Geri Dönemeyen Yiğitler-Sarıkamış

"Zabitler de asker gibi yiyecek sıkıntısı çekiyordu... Muharebe sırasında atlar, katırlar da vuruluyor ve ölüyorlardı. Sonra bunların etlerini, ateş buldukça, pişirip yiyenler vardı. Derilerini soyup da çizme misali ayakkabılarının üzerine, dize kadar saranlar vardı."
Aşağı Kaydır

Sarıkamış üstünde kar

Kar altında Mehmedim yatar

Gülüm donmuş kara dönmüş

Gören sanmış yârini sarar

                                                                      (Sarıkamış Türküsü’nden)

28 Haziran 1914’te Avusturya-Macaristan Veliahdı Habsburg Arşidükü Franz Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi uzun süredir devletler arasında yaşanan rekabet ve gerilimin fitilini ateşlemiş, “büyük harp” denilen savaşın görünüşteki gerekçesini oluşturmuştu. Bu gelişme, İttifak ve İtilâf devletlerinin peş peşe birbirlerine savaş açmasına neden oldu. Bu gelişmelerden uzak duramayan Osmanlı İmparatorluğu da 2 Ağustos 1914 tarihinde Almanya ile imzaladığı antlaşma ile ittifak devletleri arasındaki yerini aldı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun bu ittifaktaki ana görevi Süveyş bölgesinde İngilizlere, Kafkasya’da ise Ruslara karşı mücadele etmekti. Bu plan çerçevesinde Osmanlı İmparatorluğu Kafkasya’da Ruslarla mücadeleye girişti. Kasım 1914’te Hasan İzzet Paşa komutasındaki Osmanlı 3. Ordusu, Köprüköy muharebesinde Rusları mağlup etti. Ordunun mevcut koşulları ile iklim durumunun daha ileri bir harekâta izin vermeyeceğini düşünen Hasan İzzet Paşa, baharda kapsamlı bir taarruzu uygun görerek orduyu Erzurum’a çekti. Ordu komutanlığını üstüne alan Enver Paşa, Hafız Hakkı Paşa ve Alman subayların da görüşü ile harekâtın kış şartlarında hemen başlamasına karar verdi. Bu karar verilirken asıl düşmanın Ruslar değil ağır kış koşulları, yiyecek darlığı, giysi yokluğu ve ulaşım zorluğu olduğu bilinmiyordu ya da önemsenmiyordu. Sarıkamış harekâtı, 22 Aralık 1914 tarihinde başladı ve 5 Ocak 1915 tarihinde sona erdi. Doğu cephesindeki mücadele ise Sarıkamış harekâtından sonra da devam etti. Bir farkla ki Osmanlı ordusu, Sarıkamış felaketinin etkisi ve izleriyle bu savaşı yürüttü.

Başlarda bu büyük savaşın 1915 baharında sona ereceği öngörüsü hâkimdi. Bu nedenle Osmanlı yönetimi de baharda yapılacağını düşündüğü barış görüşmelerine başarı kazanmış şekilde katılmak istiyordu.

Bu amaçla bir an önce harekata başlamak isteniyordu. Barış masasına geç kalmama isteği, Allahuekber Dağları'nda, dondurucu ayaz altında aç, çıplak onbinlerce yiğidin şehit olmasına sebep oldu.

Ne Kaput Var Ne Çaput Ne de Çarık

Sarıkamış harekâtına 9. Kolordu Erkan-ı Harbiye Reisi (Kurmay Başkanı) olarak katılan Şerif Bey, Enver Paşa’nın cephe hattını baştanbaşa dolaştığını, askerin aç ve çıplak olduğunu gördüğünü, buna rağmen “Askerler, hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarığınız, sırtınızda paltonuz olmadığını da gördüm. Lakin karşımızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda taarruz ederek Kafkasya’ya gireceğiz. Siz orada her türlü nan ve nimete kavuşacaksınız” şeklinde emir yayınladığını belirtir.1

“Kimi Yemen kimi Harput, üzerinde ince bir çaput, avut yiğit gönlünü avut…” dizeleriyle türkülere döküldüğü gibi, askerde ne çaput vardı ne de kaput. Rize’nin Beyazsu köyünden savaşa katılan ve savaş sırasında esir düşen İrfanoğlu İsmail Efendi’den dinleyelim: 

Bizleri taburlara, bölüklere, mangalara ayırdılar. Elbiselerimizi değiştirip asker elbisesi giydirmediler. Birkaç gün sadece birer kaput ve başlık verdiler. Kendi ayakkabılarımızla dolaşıyorduk... Herkesin kaputu yoktu. Sivil kıyafetini giyenler de vardı. Kaputu olanların pantolonu sivildi, ayakkabıları da öyle. Memleketin sıcak bölgelerinden gelenler, bilhassa Suriye tarafından gelenler yazlık ve beyaz elbiselerle, mahalli kıyafetlerle gelmişlerdi. Onların bir kısmına kaput bile verilmemişti. Yürüyüş halindeki bir birlik, uzaktan bakıldığında renk cümbüşü halinde görünüyordu... Soğuk bir yanda, gıdasızlık bir yanda... Devletin sadece bir kaputu var üstümüzde, bir de başlık. Diğer giyimler ve ayakkabılar bizim sivilken giydiklerimiz.2

Giyecek yok, yiyecek yok, içecek yok; asker kar suyunu eritip içmekte. Bir yandan zemherinin ayazı buz kesmekte, diğer yandan askere kuru umut verilmekte. Asker giysi, yemek ve ateş beklemekte... 

Bu çaresiz bekleyişi, “Bu yaz, iki alayımızla Yemen’den buraya nakil olduk. Yola koyulmamızdan dört ay sonra buraya ulaştık ki Arabistan’ın cehennemi sıcağı Köprüköy’deki ayaz yanında nimet-i ilahi imiş. Burada çadırın perdesi buza kesmiş oğlak kulağı gibi kırılmakta ve kopmakta... Kumandanımız, gelecek cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri’nin teftiş ve hücum için geleceğini müjdeledi. O gelinceye kadar da yün içlik, çorap ve paltoların verileceğini ve Yemen yazlıklarını atacağımızı müjdeledi... Başkumandan Paşa Hazretleri’nin gelmesi ile Moskof’un kahrolacağından ve kâfirin karşımızdaki tepelerde geceleri seyrettiğimiz ocaklı ve mutfaklı karargâhlarını ele geçireceğimizden subaylarımız çok emin. Şafak söktüğünde 2059 rakımlı Kızkulağı Tepesi’nden Moskof obüs yağdırır... Gece bastığında, tepelerdeki Moskof ocaklarının ateşi gözlerimizdeki ayazı tandır közüne tebdil eyler. Başkumandan Paşa Hazretleri acele gelse ki ateşe kavuşsak”3 diye nakleder bir yiğit, kum çölünden kar çölüne hikâyesini anlatırken… 

Giysi Ganimet, Mekkâre Azık

“Muharebe başlangıcında, birkaç gün, karavana çıkarıldı bize. Ondan sonra karavana işi unutuldu. Kuru gıda verildi. Bir zaman geldi ki kuru gıda dahi bulamaz olduk. Bir yandan kar yağıyor, rüzgâr fazla, soğuk müthiş. Ne bulursak yiyorduk. Kuru ekmeğe şükrediyorduk. Ölmüş Rus askerlerinin elbise ve çizmelerini giyen arkadaşlarımız vardı. Zabitler de asker gibi yiyecek sıkıntısı çekiyordu... Muharebe sırasında atlar, katırlar da vuruluyor ve ölüyorlardı. Sonra bunların etlerini, ateş buldukça, pişirip yiyenler vardı. Derilerini soyup da çizme misali ayakkabılarının üzerine, dize kadar saranlar vardı... Aramızda Arap asıllı askerler vardı. Kaputlarının altında fistan giyiyorlar. Erzurum yaylasının karlı soğuğunda fazlasıyla telef oldular.” 4

Mehmet, Vatan İçin Can Derdinde

Kış bastırmakta; kar, tipi ve -30 dereceyi bulan soğuk tüm Sarıkamış’ı sarmakta. Asker vatan için can derdinde, kışa direnmekte... 

“Pek yorulmuş ve na-tüvan düşmüş idik. Tam yayla üstünde keskin bir rüzgâr ve arkasından şiddetli bir tipi başladı. Bu andan itibaren göz gözü görmez oldu. Kimsenin kimseye muavenet etmesi ve hatta söz söylemesi, sesini işittirmesi imkânı kalmadı... Asker, enginlerde dere içlerinde, orman bucaklarında nerede kara bir nokta, nerede dumanı çıkar bir ocak gördü ise oraya saldırdı... Hala gözümün önündedir. Yol kenarında karların içine çömelmiş bir nefer, bir yığın karı kollarıyla kucaklamış, titreyerek, feryat ederek dişleriyle kemiriyor, tırnaklarıyla kazıyordu. Kaldırıp yola sevk etmek istedim. Nefer evvelki hareketini, feryadını, dişleriyle, tırnaklarıyla çabalamasını hiç bozmadı ve beni hiç görmedi. Zavallı tecennün etmişti! Bu suretle şu melun cümudiyeler içinde biz belki on bin kişiden fazla insanı bir günde karların altına bıraktık...”5

Harekâta binbaşı rütbesinde, “alay komutanı” sıfatıyla katılan ve savaş sırasında esir düşen Ziya Yergök ile Kaymakam Şerif Bey şöyle anlatmakta, zorlu ve uzun yürüyüşü: 

…Yük ve binek hayvanları da devriliyor, hayvanlar yükleriyle karlara gömülüyor, bunları kaldırıp yüklerini yeniden yüklemek çok zor oluyordu. Bu işleri eldivensiz yapmak mümkün değildi. Eldiveni olmayan, ayakkabıları sağlam olmayan, çorapları yırtık olan askerde hayır kalmıyordu. 

Durmaksızın dik bir yokuşu inmeye başladık. Çok dik ve kaypak olan bu inişte attan indim. Buraya Kolan Kıran Yokuşu derlermiş. İnişin ortasına geldiğimiz zaman iki erin birbirine 50 metre ara ile donup kaldıklarını, biraz ilerde başka bir erin de başı inişe doğru sırtüstü yattığını gördük... Dazlak’ta mola vermeksizin yürüyüşe devam ettik. Çünkü bir yayla evinin arkasında birkaç donmuş erin yere uzatılmış ölülerini görmüştüm. Askerin moralini bozmamak için yürüyüşü daha uygun bulmuştum. Zaten korkunç ayazda açıkta mola vermek büyük felaket olurdu.6

Almanlar söylenmeye başladılar; ‘En önde yürüyen bölükler dırdırla yürürlerse karı çiğneyerek geridekilere yol açarlar’ dediler. Hâlbuki kar çiğnemekle ezilmeyecek kadar çoktu. 29. Fırka zaten ufak molalarından bile sarfı nazar ederek sabahtan beri diz boyu ve henüz sertleşmemiş kalın bir kar tabakasıyla uğraşıp duruyordu.7 

Donma; Ölümlerin En Tatlısı

Donarak ölmek... Ölümlerin en güzeli, en tatlısı... Önce üşüme... Sonra titreme... Ayaklarda başlar uyuşukluk, parmak uçlarında kızarıklık... Peşinden karıncalanma hissi... İğnelenme başlar hafif hafif en uçlarda... Tatlı bir uyku bastırır her yanını... Sönük bakışlar, büyümüş göz bebekleri. Ardından halüsinasyonlar başlar. Sonra bilinç kaybı... Tatlı, derin ve ebedi bir uyku... 

Ercişli Onbaşı İhsan, bir ara önünde yürüyen arkadaşının davranışlarında bir anormallik sezdi. Hareketleri hantallaşmaya başlamıştı. Gözleri yarı kapanıktı. Arkadaşını dürtünce aldığı yanıttan tipik donma sürecine girmiş olduğunu anladı: “Bırak beni, bırak... Çok uykum var, uyumak istiyorum.” Onbaşı İhsan, açılması için onu tokatlamaya başladı. Sorular sorup konuşturmaya çalışıyor; yüzüne, alnına vuruyor, sırtına yumruklar atıyordu. Biraz sonra sorularına yanıt alamaz oldu. Katılaşan kasları bilinçsiz adımlarını paytaklaştırmıştı. Çarığı görünce donmanın ayaklarından başladığını düşünerek onu karların üstüne yatırdı. İnce çarıklar içine dolan karlar vücut ısısıyla erimiş, sonra artan ayaz nedeniyle yeniden donmuş olmalıydı. Çarıkları kaskatıydı. Çorapları da çarıklara yapışarak donmuştu... 

Morarmış, şişmiş ayaklara kumaş parçalarını sardı, sarmaladı. Ayağa kaldırdığında onun bir-iki saniye sallanıp yere yıkılıverdiğini gördü... Onu sırtladı... Tam bu sırada, nasıl olduğunu anlamadan kar dolu bir çukura yuvarlandı. Yeniden omuzlamak isteyince arkadaşının bütün reflekslerini yitirmiş olduğunu gördü. Son bir kez canlandırmak istercesine ona sarıldı, kuvvetlice sıktı... Yüzüne eğildi, buz tutmuş bıyıkları arasında hafif de olsa bir yaşama belirtisi aradı. Bulamadı... İncitmekten korkarak yavaşça karların üstüne bıraktı. Açık gözleri donuk donuk bakıyordu kendisine. "Belki düşmana tek kurşun atamadan öldüğü için gözleri açık gitti" diye düşündü.8

Asker tek kolda, bir metreden fazla karlar içinde düşe kalka ilerliyordu. Hava eksi 15-20 derece, askerin sırt çantalarının ağırlığı 30-35 kg dı. Ağır yükün altında zahmet çeken askerler ter içinde kalıyorlar, dinlenmek için yol kenarlarına oturuyorlardı. Asıl felaket bu zaman başlıyordu. Aklı başından gitmiş, canından bezmiş, bitkin bu insanlar, tüfekleri bacaklarının arasında yere çömeliyor, öylece donup kalıyor, mübalağa olmasın ama bu görüntüleriyle korkuluk taşlarını andırıyorlardı. Yol boyunca bu şekilde donmuş yüzlerce ere rastladık.9

Felaket kimseyi ayırmıyor; er, erbaş, komutan fark etmiyordu. Doğa herkese eşit davranıyordu. 

Sarıkamış harekâtının başarısızlıkla sonuçlanmasından kısa bir süre sonra Doğu Cephesi’ne atanan ve akabinde esir düşen yedek subay Faik Tonguç zorlu yürüyüşü, “...Artık adım atacak halim kalmadığı için, kar üstünde boylu boyuna uzanıp kalıyordum. Açlık, hastalık, uykusuzluk, yorgunluk hepsi bir arada beni bitirmişti. Elimi kolumu hareket ettirmekten aciz, uzandığım sırada göğsümün üstünde kılıç kılıfının zorlamasını, Eşref’in cesaret verici sözlerini duyuyor, yeniden yola koyuluyordum. Her 15-20 adımda bir halsiz kalıyordum. Eşref’in müdahalesi olmasa, vücut sıcaklığımın sıfıra düşmesi için beş dakika yetecekti. Zaten kar üzerine uzanır uzanmaz, gözlerim kapanıyor, tatlı ve ebedi bir uykuya karşı direnemiyordum” sözleriyle anlatmaktadır.10

Asker Mehmet, çaresizlik içinde hayatta kalmaya çalışmakta, kendince çare aramakta ama bulduğu çareler felaketi önleyememekteydi: 

-25 dereceyi bulan soğukta sabahı etmek kolay değildi ve dahası ateş yakmak da yasaktı. Çünkü en küçük alev belirtisini gören Ruslar orayı yoğun top ateşiyle hemen hallaç pamuğuna çeviriyordu. Donmamak için sürekli hareket etmek gerekiyordu ve bunun adı da güya dinlenmek oluyordu. Gün ışıyıp da subaylar dağınık halde geceleyen birlikleri toparlamaya çıkınca tüyler ürpertici bir gariplik göze çarpmıştı. Büyük çamların alçak dallarında, kimi oturmuş vaziyette, kimi de ayakta duran askerler komutanlarının çağrılarına icabet etmemekteydiler. Subaylar biraz daha yaklaşınca insanın kanını iliklerine kadar donduracak feci gerçek fark edilmişti: Biçare askerler ayakları donmasın diye çamlara tırmanmış ve oracıkta donarak abideleşmişlerdi. Ağaçların diplerindeki donmuş cesetlerse şiddetli zemheri rüzgârının dallardan düşürdüğü askerlerdi.11

…Güneş görünürlerden uzaklaşmış yerini ayaza bırakmıştı. Erimiş karda sırılsıklam olan çarıklar birden dona çekmiş, savaşçıların ayaklarında kaskatı kesilmiş ve buzdan mengenelere dönüşmüştü... Buzlaşan çarıkların parmak uçlarında başlattığı karıncalanmaların dona çevirmemesi için, savaşçı yürüyüş biçimini değiştirmişti. Ayak parmaklarını oynatabilmek ve canlılıklarını korumak amacıyla zıplar gibi adım atıyorlar, ayaklarını hızla yere vuruyorlardı... Parmaklar da başlayan donma hızla ayak bileklerine ulaşıyordu. Bilekler bükülmez olunca, birkaç küt adımdan sonra yere yıkılmak kaçınılmaz oluyordu... Yürüyüşlerini sürdürenler yıkılıp kalanların kısa sürede donarak öleceklerini düşünüyorlar, korkuya kapılarak can havli ile zıplamalarını artırıyorlardı.12 

Ölümler birbirini takip ediyor, karın üzerine düşen ayağa kalkamıyordu. Koca ordu kışa yenik düşmüştü. 

Şimdi keskin bir soğuk ve şiddetli tipi başladı ve Enver Paşa’nın acelesinden mütevellid faciayı ikmal etti. Efrad ayağındaki çarıkla diz boyu karlı orman yamaçlarını söktüremeyerek geceleyin zabitin gözünden kaybolmuş ve şurada burada istirahate koyulmuştu. Bunların içinde ateş yakmaya muvaffak olanlar vardı. Fakat birçokları da orada ebedi bir uykuya dalmıştı. Yol boyunda perakende olarak kıtasından geri kalıp da donan, giden efrad ile ormanlar içinde kalan bedbahtlar, gündüz olduktan sonra anlaşıldı ki fıkraların sınıf mevcutlarından bile fazla idi.13 

Eş hele bir dağları örten karı:

Ot değil onlar, dedenin saçları!

(Cenk Şarkısı - M. Akif Ersoy)

Yerde yatar Mehmet; kucağında namusu bildiği tüfeği, yüreğinde vatan aşkı, geride yâri. Donan toprağa kazma işlememekte, şehit toprağa kavuşamamakta... Beyaz örtü kefen, yağan kar mezar... 

Karlar erir, yürek sızlatıcı manzara ortaya çıkar: 

Harekâtın devam ettiği günlerde hüküm süren şiddetli kış ve zorlu yürüyüşler, Türk birliklerinin şehitleri defnetmesine bile fırsat vermemişti. Soğuğun şiddetiyle donan toprak, kaya gibi sertleştiği için zaten yorgun olan askerler, şehit arkadaşları için birer mezar bile kazamamışlardı... Nisan ayı başlarında karların erimesiyle birlikte açığa çıkan şehit naaşları vicdanları sızlatıcı bir hal almaya başladı... Bahtsız Türk köylüleri şehit kardeşlerinin cenazelerini dağ başlarından topladılar ve kazdıkları mezarlara defnettiler.14

Yedek subay Faik Tonguç, acı verici manzarayı şöyle anlatır: 

Erzurum’a doğru yola çıktık. Şimdiye kadar ordumuzun başarılı saldırılarıyla sürekli ilerlediği hayaliyle avunduk. Gerçeğin sert çehresiyle, Sarıkamış’ta felakete uğrayanlarla ilk defa buralarda karşılaştık. Özellikle Erzincan’dan sonra, yollarda hasta, yaralı binlerce asker perişan, bitkin, gerilere gitmeye çalışıyorlardı. Yol kenarlarında gördüğümüz cesetlerden üzüntü ve heyecan duymamak mümkün olmuyordu. Başıboş bırakılan bu sefil insanlarla konuştuğumuz vakit hepsi ağız birliği etmiş gibi, Allahuekber Dağları’ndan, Sarıkamış ormanlarından söz açıyorlarsa da, henüz gerçeğin ne olduğunu anlayamıyorduk, daha doğrusu anlamak istemiyorduk... Gerek İd’de ve gerek Aha köyündeki ölü bolluğu, Erzincan’dan sonra yol kenarlarında gördüğümüz 3-5 ölü kadar bile bizi etkilemez olmuştu. Erzurum’dan sonra sık sık karşılaştığımız, köy damlarında küme küme yatan, bir kısmı soyulmuş, bir donla bırakılmış Türk çocuklarının ölülerine artık iyice alışmıştık... İçinde ceset bulunmayan bir dam altı bulamadık.15

İd’deki yürek yaralayan, vicdan sızlatan manzarayı bir de harekâttan sonra, Mart 1915’te bölgeye atanan ve daha sonra esir düşen başka bir yedek subay Halil Ataman’dan dinleyelim: 

…Sonra Narman nam-ı diğer, İd Kasabasına geldik... Narman’da gördüklerimi yazamadan duramayacağım... Nasıl anlatacağım bilemiyorum, anlatacaklarım insan yüreğini parçalayan, inanılması güç şeyler. Ben ilk gördüğüm anda öyle sarsılmışım ki neredeyse ayakta duramayıp, yere düşecektim. Kasabanın girişinde kocaman ve insan cesetlerinden oluşan bir loda, 80 belki 100 metre uzunluğunda bir ölüler tepesi görülüyor. Bu ceset lodası, 2500 veya daha fazla babayiğit askerlerin cesetlerinin üst üste atılmasından meydana gelen, upuzun bir tepe. Yine aynı yerde 100’den fazla asker, ellerinde kazma ve küreklerle 50 metre uzunluğunda ve 15-20 metre genişliğinde, derince ve daha önceden hazırlanmış çukurun başında bekleşiyorlar. Bu üst üste yığılı cesetleri, bu çukura doldurup üstünü toprakla kapatacaklarmış.16 

Salgın Hastalıklar ve Tifüs

Osmanlı ordusunun kıştan başka bir düşmanı daha vardı: Salgın hastalıklar ve özellikle tifüs. Lekeli humma da denilen tifüs, aşırı kalabalık ve hijyen koşullarının kötü olduğu yerlerde sık rastlanan bir hastalık olup bitlerle bulaşmaktadır. Enfekte bit kan emerken tifüs bakterisini deriye bırakmakta, kaşıma ve ovalama ile bakteri cilt yüzeyinden içeri girerek hastalığı aktif hale getirmektedir.18 İşte bu ölümcül hastalık, banyo yapamamış, temizlik ve sıcak görmemiş, tıbbi malzemesi yetersiz, aç ve açıktaki Osmanlı ordusunun soğuktan sonraki en büyük düşmanı olmuştu: 

...Çamur içinden çıkarılmış bir hasırı dört kat yaparak içine girip yatıyordum. Her tarafımızı sarmış olan haşarat dayanılmaz hal alıyor, ayıklamakla bitmiyordu. Dolaklarımın içinde taşıdığım kaşığın sapını ateşte kızdırarak, elbisenin dikiş yerlerine sıvaşmış olan bit yumurtalarını yok etmeye çalışıyordum... İstanbul’dan ayrıldıktan sonra ilk defa olarak pantolon ve ceketimi çıkartarak yattım. Hastalığım zamanında bile elbisemi çıkartmak kısmet olmamıştı. Üç aydır çamaşır bile değiştirmemiştim. Birkaç defa çamaşırımı suda ıslatarak kar üstünde bırakmıştım. Bundan maksat, elbiselerimde pek bol bulunan zararlı haşeratın donmasını temin etmek ve geçici de olsa bunlardan kurtulmaktı. Fakat bu usulle bitler donup ölüyor, yumurtaları yine canlı kalıyordu. Dikiş yerlerindeki bu yumurtacıklar vücudun sıcaklığı ile canlanmaya başlayınca, büyükleri aratacak derecede şiddetle küçücük hortumlar faaliyete geçiyor, canımızı yakıyorlardı. Bit belasından kendilerini yüksek rütbeli subaylar bile kurtaramıyorlardı.18 

Ne acı bir tesadüftür ki Sarıkamış kurmay heyetinden Hafız Hakkı Paşa da başarısız harekâttan birkaç ay sonra tifüsten hayatını kaybetti. 

Bir Ayda Bir Ömürlük Cefa 

Son günlerde eceliyle ölenlerin çoğaldığı dikkati çekiyordu. Donmadan, yaralanmadan, herhangi bir hastalık belirtisi görülmeden gencecik savaşçılar ölüveriyorlardı. Nedenini anlayan, bilen yoktu. Savaşlarda pek alışılmadık ölüm türü olmasına rağmen, kişisel dosyalarına ‘eceliyle öldü’ diye yazılıyordu. Eceliyle öldü yazılarak dosyaları kapatılan genç savaşçılar, gerçekte "hızlı yaşlanma" denilen bir tıp olayı sonucu ölmüşlerdi. Bu insanlar, üç haftadır hızlı yaşlanmaya yol açan ağır koşullar altında yaşamlarını sürdürmüşlerdi, ilk günlerde sürekli yürümüşler, kısa molalar dışında 4-5 günde ancak 1-2 saat uyuma olanağı bulabilmişlerdi. Bu aşırı yorgunluğa bir de açlık eklenmişti. Üstelik bu yorucu yürüyüşler dondurucu bir havada, sıfırın altında 25-30 derecede yapılmıştı... Kısacası, aşırı yorgunluk, günler süren uykusuzluk, açlık, dondurucu soğuk ve sinir gerginliği nedeniyle oluşan hızlı yaşlanma ölümlere yol açmıştı. 

Alptekin Müderrisoğlu, hızlı yaşlanma olayının tıp literatürüne İkinci Dünya Savaşı sırasında girdiğini belirtir ve şöyle yazar: 

İkinci Dünya Savaşı’nın üçüncü yılında, Altıncı Alman Ordusu Sovyet Rusya’nın içlerine dek ilerlemiş, Stalingrad kentinin yarısını ele geçirmişti. Ruslar... Alman saldırısını kırmışlar, ardından büyük kuvvetlerle geniş bir çember yaparak Stalingrand’daki 230 bin kişilik Alman kuvvetlerini kuşatmışlardı... Sıfırın altında 30 derece soğukta ve boş mideleriyle savaşan Alman askerleri... Kuşatmanın sonlarına doğru genç Alman subay ve erlerinin bazılarının durup dururken ölüverdikleri görülmeye başlanmıştı. Bu tür ölümlerin artması üzerine, nedenini anlamak için uçakla ünlü bir profesör gönderilmişti Stalingrad’a. Profesörün cesetler üzerinde yaptığı otopsilerde dikkati çeken ortak bulgular şunlardı: Bütün iç organların renkleri gerçek renklerine oranla son derece solgundu. Her organın çevresini saran dokularda bulunması gereken yağ tabakası incelmiş, büyük ölçüde azalmıştı. Karaciğerlerde kan toplandığı görülüyordu. Kemiklerin içindeki kırmızı ve sarı ilikler özelliklerini yitirmiş, saydam bir pelteye dönüşmüştü. En büyük değişiklik kalplerde olmuştu. Kahverengi bir görünüme bürünen kalpler, sanki her yanından büzülmüş gibi küçülüvermişti. Buna karşılık kalplerin sağ kulakçıkları anormal bir biçimde büyümüştü. Otopsiler sonucunda hazırlanan raporda şunlar yazılıydı: ‘Kalbin sağ kulakçığının aşırı büyümesi ve aniden kalbi durduruşu, yaşlı insanlarda görülen bir ölüm şeklidir. Aşırı yorgunluk, açlık ve dondurucu soğuğun bir araya gelmesiyle oluşan zor yaşam ortamı, genç askerlerin kalplerinin sağ kulakçıklarının çok kısa sürede büyümesine yol açmıştır. Özetle, genç askerler hızlı yaşlanma nedeniyle ölmüşlerdir.20 

İşte Sarıkamış’ta aç ve açıkta yaşayan asker, açlık, dondurucu soğuk ve aşırı yorgunluğun etkisiyle bir ayda bir ömür yaşlanmış ve gençlikte yaşlılıktan ölmüştü. 

Bugün sıcak evlerimizde, pencereden kar yağışını izleyip çayımızı yudumlarken, Sarıkamış ayazında aç ve açıkta, bir kuru ekmek, sığınacak bir ahır bulamayan ama bir an için bile geri dönmeyi düşünmeyen şehitlerimizin hatıralarını unutmamalıyız. Onların bir kurşun bile sıkamadan uğruna öldüğü vatan ve millet için, her ne iş yapıyorsak yapalım, işimizi en iyi şekilde yaparak, bayrağımızı her alanda en önde tutmak için çabalamalıyız.

DİPNOTLAR

1) Kaymakam Şerif Bey’in Anıları Sarıkamış, Arba Yayınları, 1998, s. 160
2) İrfanoğlu İsmail Efendi’nin Esaret Yılları Hatıraları, Tebliğ Yayınları, 2011, s.28-36,
3) Taşyürek Muzaffer, Bir Hüznün Tarihi, Sarıkamış, Hazine Yayınları, 2013, s. 111-112
4) İrfanoğlu, s.41-42
5) Kaymakam Şerif Bey, s.228
6) Tuğgeneral Ziya Yergök’ün Anıları Sarıkamış’tan Esarete, Remzi Kitabevi, 2005, s.89-100
7) Kaymakam Şerif Bey, s.202
8) Müderrisoğlu, Alptekin, Sarıkamış Dramı, Bilgi Yayınevi, 2015, s.314- 315
9) Yergök, s.100
10) Tonguç, Faik, Birinci Dünya Savaşında Bir Yedek Subayın Anıları, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1999, s.43-44
11) Taşyürek, s.276
12) Müderrisoğlu, s.339-340
13) Kaymakam Şerif Bey, s.210
14) Taşyürek, s.273
15) Tonguç, s.26-33
16) Ataman, Halil, Esaret Yıllarım, Kardeşler Matbaası, 1990, s.46
17) https://www.seyahatsagligi.gov. tr/site/HastalikDetay/Tifus, E.T. 22/11/2019
18) Tonguç, s.48-58
19) Müderrisoğlu, s.514-515
20) Müderrisoğlu, s. 515

Diğer İncelemeler